Quantcast
Channel: Futbol ezilen halkların mutluluğudur
Viewing all 99 articles
Browse latest View live

Kâr-zarar hesabı öğrenin lan!

$
0
0

Haberi okurken 'nasıl yaa' dedim kendi kendime. Fenerbahçe'nin Emenike'yi yeniden aldığı ve tüm bu karmaşık transferler sonrasında Fenerbahçe'nin 4 milyon Euro kâr elde ettiği yazıyordu haberde.

Benim matematiğim cidden iyi değildir, hayatım boyunca da sevmedim ama bu kadar aptal bir matematiği çözebilecek kadar da beynim var çok şükür.

Haydi hesaplayalım o zaman.
Fenerbahçe, Emenike'yi almak için Karabük'e ne verdi? 9 milyon Euro. Şimdi bunu cepte tutuyoruz.
Spartak Moskova'ya kaça sattı? 10 milyon Euro.
Cepte ne vardı? 9 milyon Euro. Yani Fenerbahçe şu an hali hazırda almadığı oyuncudan ne kadar kâr elde etmiş? 1 milyon Euro.
Pekiii, şimdi geri alıyor değil mi? Evet.
Kaça alıyor? 8 milyon Euro.
Ne kadar kârdaydı Spartak Moskova'dan almadan önce? 1 milyon Euro.
8 milyon Euro'ya geri alınca ne oluyor? Emenike'yi 7 milyon Euro'ya almış oluyor.

İyi de hocam, 4 milyon Euro kârı nasıl elde ediyor. Hangi götten çıkar bu saçma mantık? Hiç matematiğin olmasa, yavrunun abaküsünü alsan şu hesabı yaparsın. Ama yılların muhabiri diye ortalarda dolanan Uğur Demirkırdı o hesabı yapamıyor.

Aslında hesap basit basit olmasına da, Fenerbahçe'nin nasıl zekice bir iş yaptığı vurgulanıyor güya. Hatta daha Türkçe anlatayım; göt yalamak için kendi götünden böyle bir hesap yapmış.

Tamam diyelim ki, bu muhabir arkadaş öyle bir mallık yapmış. İyi de birader, o haberi siteye koyan editörün dikkatini çekmez mi? Aynı gerizekâlı hesabı başka bir insan yapamaz çünkü. Yapıyorsa da, iyi niyet aramam veya iyi niyet olsa da editörlük aramam.

Hakikaten çoluk çocuğun eline düştü bu iş. Kimse yapılanın ne olduğunu bilmiyor. Kontrol mekanizması diye bir şey yok.



Bak şu yukarıdaki print screen'e. Rıza Çalımbay ismi, aynı kare içinde nasıl farklı yazılır gör. Yahu gözünü seveyim, hadi birini yanlış yazdın Çamlıbay yazdın, be amına koyayım Çamlıbel ne lan! Herif bir Ali Rıza Silahlıpoda yazmamış Rıza Çalımbay yerine.

8 harf lan, üstelik Türkiye'nin en tanınmış eski futbolcularından ve teknik direktörlerinden biri. Hadi bunu kj'yi yazan mal yanlış yazdı; yanında, etrafında kimse olmaz mı? Bir kişi bakmaz mı buna? Bunu yazan herife, aldırırım bir kara tahta, bir hafta boyunca günde 5 bin kez Çalımbay yazdırırım yemin ediyorum. Bak bir daha yer mi aynı boku.

Bu iş çok ayağa düştü, hem de fena halde. 3 kuruşa çoluk çocuk çalıştırınca alınan sonuç bu oluyor. Her geçen gün, gazeteciliğin kalitesi biraz daha yerlerde sürünüyor. Bak bunlar yarın öbür gün, gazetelerde köşe filan yazacaklar, tehlikenin büyüklüğüne bak. Minik Altanlar, Yavru Ercanlar yetişiyor yani. Türkiye yaşanmaz olur lan!


Temizlik yapmadan kazanmaya çalışanlar

$
0
0
Harika bir ev aldığını düşün. Denize karşı, geniş odalı, içi şahane döşenmiş, bahçesinde renk renk çiçekler olan, havalar biraz soğuduğunda şömineni yakıp şarap içtiğin, güneşin pencerelerden süzülüp evi aydınlattığı.

Eve taşınıyorsun, oturmaya başlamışsın, her şey muhteşem fakat evsahibi olarak sen çöplerini sürekli bahçene atıyorsun. Bir gün, iki gün, bir hafta, üç ay, 5 yıl, 10 yıl. O çöpler artık dağ gibi olmaya başlıyor. Evin bahçesi artık görünmez hale geliyor, çiçekler çöplerin altında ezilip kalıyor. Evin içi leş gibi kokuyor haliyle. Ve senin yaptığın tek şey, almışsın eline bir kova, evin içini temizlemeye çalışıyorsun. Koltukları siliyorsun, yerleri süpürüyorsun, camları parlatıyorsun. Eeeee abicim, dağ gibi çöpü ne yapmayı planlıyorsun peki? Onu temizlemeden, evinin harika olması mümkün mü?

Bunu niye anlattım; "Biz kazanacağız" başlıklı futbol romantiklerinin deklerasyonu için. Özünde doğru mudur? Evet doğrudur ama her yanın pislikle sarılmışken, sen hiçbirine ses çıkartmamışken, şimdi ortaya çıkıp entel dantel bildirilerle futbolun temiz kalmasını sağlayamazsın.

Yapman gereken şeyi zamanında yapmayacaksın; holiganizmi, ırkçılığı, şikeyi, kirli ilişkileri görmezden gelip gazetedeki köşenden "Fenerbahçe 4-3-2-1 oynadı, Galatasaray stoper bulmalı" diye suya sabuna dokunmadan yazı yazacaksın, sonra bir bildiri ile futbolun temiz olmasını sağlayacaksın! Haaaa tabii ya, bundan sonra artık hiçbiri yaşanmayacak, emin olun. Futbolun temiz kalması için gereken tek şey, bu bildiriydi ve siz de gerekeni yaptınız.

Biber gazına karşılarmış! Biber gazı taraftara sıkılınca mı karşı gelmek aklınıza düştü! İşçiye, emekçiye, öğrenciye, memura, sokaktaki vatandaşa sıkılırken, sorun değil de, şimdi iki-üç statta sıkılınca mı sorun olmaya başladı bu? Ülkede futbol da dahil olmak üzere hiçbir şeye tek bir laf bile etme, ancak ve ancak romantizm sosuna bulanmış üç-beş kelime et, sonra "Biz kazanacağız" diye bildiri yayınlayıp, her şeyin temizleneceği umudunu taşı.

Kirli kaldığımız sürece, kimse kazanmayacak. Günü kurtarmak amacıyla imaj parlatmakla, kazanç sağlanmaz. Herifin biri seri katil, 14 insanı kesmiş diyelim. Sonra aynı adam çıkacak "Geriye dönüp bakmayalım, bundan sonra barış kazansın" diyecek, biz de geçmişini silerek, barışın kazandığını sanacağız! Vay anam vay, o ne güzel iş.

Bildiride sözü geçen utanma duygusu, adalet ve vicdan biraz içinizde olsaydı, bugüne dek, sesinizi çıkartırdınız yaşanan rezaletlere. "Yaşasın barış, çiçekler, böcekler" diyerek, kazanamazsınız. Önce içindeki irini akıtacaksın, her türden pislikle hesaplaşacaksın, sonra oturup bu oyunu nasıl kurtarırız, onun için harekete geçeceksin.

Minareyi çalan, kılıfı hazırlar misali, bildiride savunma baştan yapılmış; "Bunu neden şu zaman yapmadınız da şimdi yapıyorsunuz’ diye satır aralarında art niyet arayanlara, satır aralarına art niyet saklayanlara" diye. Çünkü onlar da biliyor, nasıl samimiyetsizlik kokan bir bildiri olduğunu.

Kaç kişi imzaladı bu bildiriyi? Bu bildiriyi imzalayanlar, "Futbol temizlenene kadar televizyonlara çıkmayacağız, gazetelerde yazmayacağız" diyebilir mi? Hadi ortak olma o pisliğe, yer mi?

Pislikten nemalanıp, kokuşmuşluk kabak gibi ortadayken çaba sarf etmeyip, süslü kelimelerle, sözümona adalet çağrılarıyla, ana fikri "Tamam bunlar yaşandı ama artık olmasın, olursa küseriz" olan bir yazıyla, futbolun kurtulacağını düşünüyorsanız, ya aptallık derecesinde safsınız ya da insanları aptallık derecesinde saf sanıyorsunuz demektir.

Önce temizlenecek bu ülke futbolu ve sporu, her türden iğrençlikten; sonra böyle bildirilerle çağrı yapmaya hakkınız olacak. Üç kuruşa beş köfte zamanı geçeli çok oluyor.

O Galatasaray, benim Galatasaray'ım olmaz

$
0
0

Galatasaray Ünal Aysal başkanlığında ve özellikle futbol takımı özelinde harika iki yıl geçirdi. Gerek geçen yıl, gerekse de bu sene, yönetim açısından parlak işlere imza atıldı. Hiçbir gayrimenkul satılmadan borçların azaltılması, gelirlerin yukarı çekilmesi, stat gelirlerinin yükseltilmesi, mağazaların cirolarını fazlasıyla artırması vs. vs.

Yazıya girmeden hemen belirteyim. Okuyanlar az çok biliyor nasıl yazdığımı. Bilmeyenler içinse söyleyeyim, günümüzdeki tabloya bakarak, geleceğin neler getireceğine yönelik çıkarımlar yapmayı severim. O yüzden, bazı olaylar ışığında, Galatasaray'ı nelerin beklediğini yazmak istedim. Ancak yazıda 'eğer' ibaresi göreceksiniz. Çünkü bazı şeyler netleşmiş olsa da, bazıları dedikodu mahiyetinde. 

Galatasaray Kulübü, geçtiğimiz sene kombine kart sahiplerine, öncelik tanımıştı. Bu gayet doğal ve doğru bir uygulamaydı. Çünkü o kombineleri alanların pek çoğu, Galatasaray'ın en boktan sezonuna tanıklık etmelerine karşın, kulübe destek olmak için, kendi olanakları dahilinde ellerini ceplerine attılar. Kimisi çoluğunun çocuğunun boğazından geçecek lokmayı kıstı, kimisi bankadan gidip kredi çekip aldı, kimisi borç harç o parayı bulup buluşturup aldı. 

Ancak bu sezon, kombine kartların yenilenmesinde, Pegasus tribünü ile ve güney tribünündeki 119 ve  120 numaralı blokta kombinesi olanlar, bir sorunla karşılaştı. Bunu hemen hemen herkes biliyor ancak bilmeyenler için söyleyelim. Bu iki tribündeki 119 ve 120 numaralı bloklar, Ultraslan adı verilen gruba ayrıldı ve hak sahiplerine de, kibar bir dille "size başka yer bulacağız" denildi. Sözü geçen bloklar ve numaralar yaklaşık 6 bin insanı kapsıyor. Yani Ultraslan'a 6 bin kişilik yer ayrılmış ve onların dışındaki insanlara da, "Hak sahibi olsanız bile, oraya oturamazsınız" deniyor.

Şimdi buna ne isim verirseniz verin, ne kadar kıvırmaya çalışırsanız çalışın, bunun literatürdeki ismi 6 bin biletin Ultraslan'a 'peşkeş'çekilmesinden başka bir şey değildir. O boktan sezonda, elini cebine atıp, kombine alan adama 'siktir git' diyeceksin, sonra Galatasaray kültüründen filan söz edeceksin. Dileyen alınsın, isteyen darılsın ama öyle kültürün götüne koysunlar. Bu kültür değil, düpedüz, bayağılık ve adiliktir.

Kombine olayından ardından, şampiyonluk kupasının kaldırılmasından 2 gün sonra ise kulüpten Genel Kurula gidilmesi yönünde bir karar açıklandı. Genel Kurul'un telaffuzuyla birlikte gündemde birtakım isimler dönmeye başladı. Bu isimlerden birisinin adı Oğuz Altay. Oğuz Altay'ı tanımayan yoktur ama bir hatırlatalım, kendisi hani şu yukarıda sözü edilen peşkeşe konu olan Ultraslan'ın bir önceki başkanı.

Daha önce de, birkaç yazıda yazmıştım, sözü geçen şahıs, tenis kulüplerinde yanına Sebahattin Şirin'i de alarak insanları tehdit eden biri. Şimdi bu herif mi, Galatasaray Kulübü'nde yönetim kurulu üyeliği yapacak. Eğer Ünal Aysal, böyle bir seçim yapıyorsa, kendisinin bugüne dek yaptığı her şeyin üstünü karalamış olur. Açıkçası ben halen böyle bir şeyin olabileceğine inanmıyorum ama öylesine kuvvetle seslendirilmeye başlandı ki, ateş olmayan yerden duman çıkmaz dedirtiyor insana. 

Oğuz Altay'ın dışında, yeni yönetimde olacağı konuşulan bir başka isim de Haldun Üstünel. Haldun Üstünel de, tribünlerden çıkmış, bir Galatasaraylı futbolcuyu taraftara dövdürtmüş, Brezilyalı bir oyuncuyu da, bizzat kendisi tartaklamış biridir. 

Şimdi bu iki ismin yönetime alınacağını, Ultraslan'a peşkeş çekilen biletlerle birleştirdiğimde, Galatasaray'ı çok parlak günlerin beklemediğini söyleyebilirim. Elimizde bir puzzle var ve parçaları yan yana getirmeye başladığımızda, sanki olacaklara önlem alınıyormuş gibi bir his beliriyor içimde. Önlem olarak da, kombinelerin peşkeş çekildiği grubun kullanılacağını ve o grubun kullanılması için, eski başkanlarının da yönetime alınacağı, şu anda komplo teorisi gibi görünüyor olsa da, bana güçlü bir ihtimalmiş gibi görünmeye başladı.

Uzatmadan yazının başındaki 'eğer'le bitireyim. Eğer bu şahıs Galatasaray Yönetim Kurulu üyesi yapılırsa, hani diyorlar ya, "Kulübe küfredilir mi? Bilmem kime nasıl küfredersin" diye, pakedi daha açılmamış küfürler duyarsınız. Kimse kusura bakmasın ama Galatasaray Kulübü'nün yönetim kurul üyeliği bu kadar aciz, sıfatsız, niteliksiz insanlardan oluşmamalı. Haaa oluşacaksa da, kimse çıkıp ortalıklarda "biz farklıyız" iddiasında bulunmasın. 

Hep şunu derdim, "Bana ne babacan, kim yönetici olmuş, umrumda değil. Ben Galatasaraylı'yım, isimlerle işim olmaz."

Yok ama, bu olabilecek bir şey değil. Oldu olacak Sebahattin Şirin'i de basın sözcüsü olarak alıversinler yönetime. Gelen geçene verir ayarı (!) üç-beş gerizekalı ergen de mest olur o açıklamalara. 

Umuyorum o isimlerin yönetime alınacağı yönündeki haberler dedikodudan ibarettir. Eğer öyleyse, çıkıp özrümü dilerim ama Ali Dürüst gibi adamın yerine tercih edilen isim Oğuz Altay olursa 'sikerler öyle kulübü' der ve o isimler yönetimden ayrılana kadar da, taraftarlığımı askıya alırım. Haaa, kimsenin umrunda mı değil ama kimsenin umrunda olmaması da, benim sikimde değil.

İsteyen istediğini düşünebilir fakat benim burnuma ciddi anlamda pis kokular geliyor. Benim sevdiğim Galatasaray Kulübü, bilet peşkeş çekmez, karaborsacılığın aleni olarak yapılmasına göz yummaz, iti kopuğu yönetimine almaz. Alırsa da, o Galatasaray, benim Galatasaray'ım olmaz.

Kısa ve öz

$
0
0


Öyle uzun uzun cümleler yazmayacağım.

Kestiğiniz ağaçlar, dikeceğiniz AVM'ler, ananızın amına girsin.

Bunlara da insan diyenin anasını sikeyim...

Aman provokasyona gelmeyin!

$
0
0

Bugün herkesin ağzından şu cümle dökülüyordu; "provokasyona gelmeyin."
Şenlik havasında geçen eylemlere gölge düşüyormuş!
Haklıyken haksız duruma düşmemeliymişiz!
Mahkeme kararını vermiş artık evlere dağılmalıymışız!

Bunlar benzeri onlarca cümle okudum duydum bugün. Bak amına koyayım şu fotoğrafa, iyi bak, dikkatli bak, gözlerini hiç kaçırmadan, bir dakika boyunca bak. Sonra "provokasyona gelmeyin" diye yanına süslü kelimeler de ekleyerek bir cümle kur.

Bu ülkenin yöneticileri, bakanları 30 işçi ölürken "güzel öldüler" diyecek, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin başbakanı, milletle taşak geçer gibi sokaktaki vatandaşla alay edecek, azarlayacak; bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkede polis, tribünde taraftarı, sokakta işçiyi, eylemdeki memuru gaza boğacak, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin cezaevlerinde çocuk mahkumlara tecavüz edilecek, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin sokaklarında, polis linç eder gibi adam dövecek, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkede polis vatandaşını gaza boğarken, bakanlar gözümüze baka baka dalga geçer gibi bakıp, "orantılı güç kullandık" diyecek, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin göbeğinde, Taksim'de, Harbiye'de, Beşiktaş'ta, kimyasal silahlar savrulacak, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin milyonlarca kişi tarafından kabul edilen en önemli değerlerine ayyaş denecek, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin medyası, dünya bas bas bağırırken, penguen belgeselleri, yemek programları, güzellik yarışmaları yayınlayacak, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin, en büyük kuruluşları peşkeş çekilecek, bu halk provokasyona gelmeyecek.

Bu ülkenin doğası katledilecek, derelere HES'ler kurulacak, ağaçları talan edilecek, bu halk provokasyona gelmeyecek...

Bak daha şuraya "bu ülkenin" ile başlayan, "bu halk" ile biten en az 70 madde daha sıralarım ama mecalim kalmadı artık. Kimse benden çiçekli-böcekli yazılar yazmamı beklemesin.

Karşımda onbinlerce kişiyi gaza boğan, insanları paralize eden, kusturan, burunlarını kanatan binlerce gaz bombası atılırken, sokaklarda kabadayı gibi gezen polisler varken, sikerim sizin provokasyonunuzu. Onbinlerce insan şiddet görüyor şu an, üniversitelere anonslar yapılıyor, "ya içeriden çıkın ya da gaz atarız" diye tehdit ediliyor.

Bu kadar insan şiddete maruz kalırken, amına koyayım sizin çiçek çocuk tavrınızı. Şiddet şiddeti doğurur. Etki karşısında tepkiyi görür. Tunus'ta, Mısır'da, Suriye'de direnişçileri alkışa boğacaksın, aynı olaylar senin ülkende yaşanırken "lütfen arkadaşlar, provokasyona gelmeyin" diye çaktırmadan, direniş yapan onurlu, gururlu, şerefli, haysiyetli insanları eleştireceksin. Tahrir'e övgüler yağdır gözlerinden yaşlar gelsin, Taksim'de iki araç ters çevrilince, üç barikat kurulunca laf söyle. Sizin samimiyetinizi sikeyim ulan!

Eğer ortada bir provokasyon varsa, bunu yapan ben değilim, bunu yapan Taksim'de, Harbiye'de, Beşiktaş'ta, Adana'da, Antalya'da direniş gösterenler değil; mavi kıyafetleriyle, ellerinde gaz bombalarıyla, insanlara şiddet uygulayan, bu ülke topraklarındaki en büyük terör örgütüdür.

Bu kadar zor muydu, o orospu çocuklarını oradan çekmek. Sizin kitabınızı sikeyim, neyin inadı lan bu; neyin! Sokakların kan gölüne dönmesini mi istiyorsunuz? Ne var lan, çekseniz o polisleri.

İnsanların kitap okuyarak, parkta çadırlar kurduğu bir eylemi, bu noktaya taşıyan her kim varsa eşiktekinden beşiktekine anasını sikeyim.

Direnişe destek vermeyip, bu yazıyı okuyan kim varsa, siktirin gidin. Alın cumhurbaşkanınızı, başbakanınızı, valinizi, emniyet müdürünüzü, mavi üniformalı orospu çocuklarını, omuzlarda taşıyın.

Zerre vicdanı olan varsa, şu yaşanan olaylar karşısında sesini yükseltir. Vicdansız, kitapsız pezevenkler.

"Beşiktaş sen bizim her şeyimizsin"

$
0
0

Beşiktaş ciddi anlamda faşizmi yaşadı akşam saatlerinden itibaren. Dur durak bilmeden, insanların üzerine gaz bombaları yağdırıldı. Polis yakaladığı insanları öldüresiye dövdü. Giriş katındaki apartmanlara gaz bombaları attı. Devletin resmi görevlileri, sokaktaki piçler gibi insan kovaladı, insan avına çıktı. Kalleş şerefsizler gibi sokak aralarında pusu kurdu.

Şu görüntü (link budur) karşısında ne söylenebilir, inanın bilmiyorum. Hangi kelimeleri biraraya getirip, nasıl bir cümle kurabilirim onu da bilmiyorum. İnsanların; canlarını, mallarını emanet ettikleri kişiler bunlar. Açık pencerelere, ufacık evlerin içine gaz bombası atmayı, nasıl isimlendirebilirsin ki! Sırf yardım ediyorlar diye, Beşiktaş sakinlerine yapılan şu olayı, kimse bana açıklayamaz.
Bunu savunabilecek, bir kişinin olduğuna bile inanmak istemiyorum. O evde bir bebek yaşıyor mu, yaşlı biri var mı, hasta bir insan var mı, çocuk var mı, bunların hiçbirini düşünmeden, orospu çocuklarının bu yaptığını bana birisi izah etsin. Şu görüntüyü izledikten sonra, polisi savunabilir misin yahu? Sokakları yatıştırmak yerine daha da fazla bileyen başbakan denilen insan görünümle canlıya sahip çıkabilir misin?

Polis; İzmir'de gencecik bir kızı 10 polis linç etmeye kalkıyor.
Polis; Beşiktaş'ta sokak ortasında bir delikanlının kafasına onlarca polis tekmeler atıyor.
Polis; iki kolu tutulmuş, gözaltına alınmış bir insana, üzerinde üniformasıyla uçan tekme atıyor.
Polis; bir AVM'nin içinde yakaladığı insanı öldüresiye dövüyor.
Polis; sokak ortasında insanların suratlarına hedef alarak gaz bombaları atıyor.
Polis; yerdeki insanı tekmeliyor.

Ya hakikaten, bunları savunan var mı? Var mı lan, bunları savunan! Kendisine insan diyen biri şunlardan birine sahip çıkabilir mi?

Ülkenin başbakanı çıkıp "Ben de karşılarına 500 bin kişi yığarım" diye açıklama yapıyor. Yahu şu açıklamayı, değil dünya sınırlarında Ay'da yapsan, bir daha sokağa çıkartmazlar adamı. Bir insan nasıl bu kadar basitleşebilir. Bir başbakan böyle konuşmamalı, konuşamaz. Koskoca bir ülkenin başındaki adam, sokaktaki serserinin ağzıyla konuşuyor. Yığ amına koyayım madem öyle, çek polisi aradan getir 500 bin kişi. Ama sen ve senin zihniyetindeki adamlar, işte tam da böyle tiplerden oluşuyor.

Sizler böylesine aşağılıksınız işte. Kafanızın içindeki fikirler bunlardan oluşuyor. Kalleşçe yöntemlerle insanlara saldırıyorsunuz. Tıpkı kalleşçe saldıran polisleriniz gibi. 500 bin kişi yığacakmış! Karşısında oturan gazeteci kılıklı godoş da, "Bunu nasıl dersiniz? Bir başbakan böyle konuşmamalı" diyemiyor.

Tarihi geçmiş kimyasal silahlarla, yasal olmayan gaz bombalarıyla, bu halkın üstüne gidenlerin, arkasındaki zihniyet, şu Adil Gülmez denilen tipini, karakterini siktiğim pezevenklerden oluşuyor. Lan, olayları bambaşka bir yöne taşımak için "Taksim'e cami yaptıracağım" diyen herifin emrindeki polisler, Beşiktaş'ta cami bombalıyor, bundan ötesi varsa, biri çıkıp söylesin.

Koskoca bir semti ve o semtin sakinlerine karşı, savaş koşullarında bile yapmayacağın şeyi yapmak için, ne olman gerektiğini bilmiyorum. Ne kadar küfür etsem, karşılamıyor bugün Beşiktaş'ta yaşadıklarımı, ne söylesem kendimi ifade edemeyeceğimi biliyorum. O yüzden küfür etmeyeceğim, sadece bugün orada yaşadıklarım için, onlar bilmese de, insanlara teşekkür edeceğim.

Benimle birasını, suyunu paylaşan gencecik insanlara,
Gaza boğulmuşken, bana kapısını açan üniversite öğrencilerine,
Polisin bizi kovaladığı anda, beni kolumdan tutup içeri alan yaşlı birahaneci amcaya,
Her sokak arasında gözlerimize solüsyon yapanlara,
Birlikte "Beşiktaş sen bizim her şeyimizsin" diye bağırdığım insanlara,
"Tek başına gitme, biz seni yukarıya kadar bırakırız abi" diye bana eşlik edenlere,
Şerefiyle, onuruyla, gururuyla bir semti savunan, kapılarını zor durumda kalan insanlara bir saniye bile tereddüt etmeden açan, tüm yürekli insanlara teşekkür ederim.

Sizinle direnmek, barikat başında beklemek, faşizme karşı mücadele etmek çok güzel şey. İyi ki varsınız hepiniz.

'Polise şiddet uygulandı'

$
0
0












Akp Genel Başkan yardımcısının sözleri bunlar. Polise şiddet uygulanıyormuş. İnsanların gözlerinin içine baka baka yalan söylemek, böyle bir şeymiş. Şiddet uyguladığımız Türk polisinden çok özür diliyoruz!

Sizi neyin doğurduğunu bilmiyorum ama sizi doğuran ana olamaz.

Akşam polisimize şiddet uygulamak için (!) Beşiktaş barikatlarında görüşmek üzere.

Apolitizm neden bu kadar övülüyor?

$
0
0

Türkiye'de çok uzun zamandan bu yana ilk kez kitleler sokaklara çıktı. İktidar, polis gücünü kullanarak kitleleri sokaktan uzak tutma çabasına girerken, sermaye de olan biteni görmezden gelerek, her zamanki gibi iktidarın dizinin dibinde bekledi.

Amaç, her zamanki gibi insanları gaza ve copa boğarak, "sokaklara çıkarsanız sonunuz bu olur" mesajını vermekti. Polis sokaklarda şiddet skalasını yükselttikçe, karşısında daha fazla sayıda insan bulmaya başladı. Şiddet arttıkça, basın daha fazla duymazdan geldi, yaşananları gözlerden ırak tutmaya çabaladı. Taksim'de Gezi Parkı'nda 30-40 kişilik eylem, onlarca şehirde milyonlarca kişinin katılımına dönüştü.

Bugüne dek alışılagelmiş yöntemlerle halka saldıran ve saldırılan karşısında 3 maymunu oynayan sermaye-iktidar ikilisinin en büyük yanılgısı, yaşadığımız devrin iletişim çağı olmasıydı. Medya polis vahşetini gözlerden kaçırmaya çabaladıkça daha da battı. Çünkü elinde akıllı telefon olan herkes muhabir, herkes kameraman, herkes editör oldu. Birkaç gün sonra takke düşüp kel görünmeye başlayınca, polis şiddetiyle bu işin çözülemeyeceğini anladılar ve başka bir yol haritası çıkarttılar.

İktidar özür diledi, olanı biteni yangından mal kaçırır gibi gizleyen medya özür diledi, banka müdürleri, büyük şirket sahipleri "ben de çapulcuyum" dedi, polisin şirin (!) olduğunu gösteren birtakım videoalar ve fotoğraflar ortaya çıkmaya başladı, "arkadaşlar, eylemlerimiz hedefini buldu lütfen evlerimize dönelim" diyen birileri türedi, eylemlerin naiflikten (o ne demekse artık) çıktığını çıkmaya başladığı vurgulandı vs. vs.

Tüm bunların nedeni, gerek iktidarın, gerekse de sermayenin köşeye sıkıştığıdır. Bunların hiçbirini beklemiyorlardı. Biraz gaz, biraz copla insanların evlerine döneceği beklentisindeydiler. Medya da, nasılsa bu ülkede herkes balık hafızalı, birkaç gün sonra unutulur gider diye düşünmüştüler. Yoksa denge arayışları açıklamaları hikayeden ibaret. Sen mesleğinin gereğini yerine getirmeyeceksin, sonra dengeden bahsedeceksin, yalanın kuyruklusu.

Medya, pazartesi gününden itibaren olaylara kayıtsız kalamayacağını anladı elbette. Fakat bu kez başka bir ses yükseltmeye başladılar. "Ahh ne güzel çocuklarsınız siz, hiçbiri politik değil" diye apolitizme övgüler yağdırılıyor. Açın bakın, bugün anaakım medyada, köşe sahiplerinin hepsinin yazılarının ana fikri bu. 12 Eylül'den sonra politikadan uzak tuttukları gençler işlerine geliyordu. Ülkenin genç nesli, ucuz işgücü ve tüketim toplumunun sürekliliğini sağlamaktan başka bir işe yaramamalı.

"Olaylar siyasallaşmamalı" diyenler, çok net gerizekalıdır. Pek çok siyasi baskı ve otoriter rejime karşı çıkan insanların sokakta bulunma nedeni zaten siyasidir. Sokağa çıkan gencin, hiçbir siyasi partiye oy vermemiş olması, siyasi oluşumlarla bağı olmaması, onların siyasi fikirleri olmadığı anlamına gelmez. Sokaktaki genç, onyıllardır siyasetten uzak tutulduğu gibi, kendisini ifade edebilecek bir siyasi oluşum ya da partiyi karşısında bulamıyor. Tamamı düzenin sürekliliğinden yana, eski, köhne, devletçi yapıya sıkı sıkıya tutunmuş partilerin hiçbiri onlara cazip gelmiyor, hepsi bu.

Genç neslin politize olmasını ne sermaye ne de iktidar (iktidardan kastım salt Akp değil, tüm düzen partileri) istemiyor. Kurdukları sistemin, kendileri için tıkır tıkır işleyen düzenin bozulması, onları da yerinden oynatacaktır. Deprem gibi düşünün. Fay hattı alttan alta kırılıyor sürekli. Binaları yeniden yapılandırmazsan, er ya da geç o deprem olacak ve binalar çökecek. İşte şu an olan, tam da bu. Fay hattı kırılıyor, depremin olabilirliğini gördüler. Kendilerine çekidüzen vermezlerse, çöküşü olacaktır. O yüzden, sermaye-iktidar aynı ağızdan "özür dileriz" diye tempo tutuyor.

Örgütsüz hiçbir gücün ayakta kalabilmesi mümkün değil. Dünyada bir tane bile örneği yoktur örgütsüz gücün, kazanım elde ettiği. Polisin Taksim'den çekilmesi, kazanım değildir, Bülent Arınç'ın özür dilemesi kazanım değildir, basın-yayın kuruluşlarının özür dilemesi kazanım değildir. Bunların hepsi zaten olması gerekenler. Medyanın yapması gereken, yaşananları göstermektir, çıkıp üç canlı yayın yapınca, "Nasıl da dize geldiler" diye övünmek aptallıktır. Polisin normal şartlarda olmaması gereken yerden gitmesi "Direndik ve kazandık"şeklinde nitelendirilemez.

Evet duvar yazıları harika, pek çoğu acayip komik, insanların espri anlayışlarına ve zekalarına şapka çıkartmak lazım, 'asla birlikte olmaz' denilen kitlelerin biraraya gelip mücadele etmesi insana umut veriyor ama hiçbir şey bitmedi, tam tersi bu süreçten pek çok ders çıkartmak gerekiyor.

Mücadele etmek, hayatımıza kimsenin karışmamasını, herkesin istediği gibi yaşamasını, özgürlüklerimizin tehdit edilmemesini istiyorsak örgütlü olmak ve örgütlü mücadele etmek şart. Olması gerekenleri kazanım olarak kabul etmek, yenilgiye Pollyanna gözüyle bakmaktan başka bir şey değil.

Hayatımıza empatiyi biraz daha fazla sokmak durumundayız. 2013 yılında İstanbul'un, Ankara'nın, Adana'nın, İzmir'in, Hatay'ın göbeğinde yaşananları, iletişim çağında göstermeyenlerin, '80'li '90'lı yıllarda Güneydoğu'da neleri bizlerden kaçırdığını, bizlere ne yalanlar söylediğini oturup düşünmek lazım.

Bugüne dek, ne saçma ve boktan şeyler için didiştiğimizi, birbirimize hangi sudan sebeplerden düşman olduğumuzu, oturup tahlil etmemiz gerekir. Tepemizde filler tepişirken, niçin çimen olarak kalmayı seçtiğimiz konusunda kafa yormamız lazım.

Şu süreç akıllı yürütülmediği taktirde, AKM de yıkılacaktır, Gezi Parkı da kalmayacaktır, polis başka bir eylemde yine aynı biçimde saldıracaktır, derelere HES'ler yine kurulacaktır, Devlet Tiyatroları da kaldırılacaktır, heykellere ucube de denecektir, alkol de yasaklanacaktır vs. vs. Ama tüm bunlar zamana yayılarak yapılacaktır.

Şu an sıcak patatesi kimse elinde tutmak istemiyor, elden ele atılıyor. Hiç merak etmeyin patates soğuduktan sonra elden ele dolaşması için herkes can atacak. Bekledikleri şey soğuması.

Sermaye apolitizasyon övgüleri matah bir şey olmasından ötürü kaynaklanmıyor. Politize olan gençler ve örgütlü kitleler en büyük korkuları. Korkularının gerçekleşmesi de, en büyük kabusları.

Goebbels sizinle gurur duyuyor

$
0
0

Joseph Goebbels: Bana vicdansız bir medya temin et; sana bilinçsiz bir halk sunayım.


 Joseph Goebbels: İnsanlar gerçek olaylar ve durumlar hakkında açık seçik bir malumata sahip olsalardı, bu haberleri okuyarak gitgide gevşeyip çökebilirlerdi. Alman halkının bütün bunları öğrenmemesi ne iyi! Sahip olacağı kanaat hazır halde önüne konuyor.


Joseph Goebbels: Amacımız doğruları söylemek değil, insanları etkilemek


Joseph Goebbels: Öylesine büyük bir yalan söyle ki kimse karşı çıkmasın


Joseph Goebbels: Yalan söyleyin, ısrarla söyleyin. Mutlaka inanan çıkacaktır


                            Suat Kılıç: Maalesef medyanın tamamı kontrolümüzde değil.

Büyük utançtır şu manşetler. İşte tam da bu yüzden sokaklarda insanlar. Salt ağaçlar için değil. Bu ülke, gün geçtikçe daha korkutucu bir hal alıyor. Bugün 7 gazete, yarın tüm gazeteler ve televizyonlar eklenecek bu halkaya. Bize gerçekleri değil, onların duymamızı istediği şeyleri yazacaklar. 

İktidar sahipleri sayesinde gazete sahibi olduğunuz zaman ya da iktidarın önünüze kemik atar gibi ihale vermesini beklediğiniz zaman, atacağınız manşetler bunlardan başkası olamaz. Tek elden, tek kafadan, tipik Nazi Almanyası benzeri manşetler atarsınız.

Gazetecilik kadar onurlu bir mesleği bu hale getirenler, emin olun Erdoğan'dan sonra bambaşka şeyler yazacaklar. Şu manşetleri unutmayın, aklınızın bir yerine kazıyın, hafızanızdan asla çıkartmayın. Bu devran dönecek elbette. Devran döndüğünde, bu şerefsizlere söylenecek ve yapılacak çok şey var.

Goebbels bugün yaşasaydı, Türk medyasına bakıp gurur duyardı. Gözyaşlarına hakim olamazdı. 

Epikuros'un dediği gibi, "Etrafa korku salanın kendisi de korkuyordur." Korkmayın, çünkü onlar bizden daha fazla korkuyor.

23 Nisan'da kimse neşe dolmuyor artık

$
0
0

Berkin Elvan - 14 yaşında İstanbul Okmeydanı'nda evden ekmek almaya giderken, polisin attığı gaz kapsülüyle kafasından vurularak öldürüldü.
Uğur Kaymaz - Mardin Kızıltepe'de 12 yaşındayken 13 kurşunla vücudu paramparça edilerek katledildi.
Ceylan Önkol - 2009 yılında Diyarbakır Lice'de koyun otlatırken karakoldan gelen havan topuyla öldürüldü.
Enes Ata - 2006 yılında Diyarbakır'da polis kurşunuyla 7 yaşında katledildi.

Ve... Roboski'de öldürülen isimlerini bile bilmediğimiz 17 çocuk...


Bursa'da bir erkek çocuğu kaçırarak evinde cinsel istismarda bulunduğu iddia edilen şüpheli yakalandı. Polisin olayı haber verdiği baba ise çocuğunu almak istemedi.

Bir polis memurunun telefonla ulaştığı çocuğun babası E.E, oğlunu almak istemediğini bildirdi. Polisin "Çocuğunuzun başına başka bir durum geldi, karakola kadar gelmeniz gerekiyor"demesine karşın eşinden ayrı olduğu iddia edilen baba telefonu kapattı. (DHA)

Antalya’nın Kaş ilçesinde yaşayan 13 yaşındaki Suriyeli S. J, çalıştığı sebze halinden kaçırılarak zorla tecavüze uğradı (İHA)

Bugün 23 Nisan. Bize ilkokul sıralarında, dünyadaki tek çocuk bayramının 23 Nisan olduğu öğretildi, bununla övündük, gururlandık.

Sonra aradan yıllar geçti, büyüdük ve 23 Nisan'ın sadece bir simge olduğunu öğrendik. Çünkü dünyada sadece çocuklara özel bayramın armağan edildiği Türkiye'de, çocukların öldürüldüğünü, tecavüze uğradığını, merdiven altı atölyelerde sendikasız-sigortasız çalıştırıldığını, sokaklarda dilendirildiğini, ellerine bir bez tutuşturulup trafik ışıklarına atıldığını, ufacık bedenlerinin alınıp satıldığını, koca koca adamlarla evlendirildiğini ve suçun kucağına itildiğini öğrendik.

Bunların hiçbirini bilmesek, öğrenmesek 23 Nisan'larda neşe dolmaya devam ederdik belki ama tüm bunlar yanı başımızda yaşanırken, bu ülkede kutlanmaya değer bir çocuk bayramı olduğunu düşünmek, en iyi tabirle saflık oluyor.

Elbette tüm sorunları bunlarla sınırlı değil. Onlara oyun oynayabilecekleri yerler, üzerinde yuvarlanabilecekleri çimenler, tırmanabilecekleri ağaçlar, uçurma uçurabilecekleri alanlar da bırakımıyoruz. Dev, mega, hiper projelerle bunları yapabilecekleri çevreyi bir bir yok ediyoruz, biz yok etmesek de, yok edenlere karşı sesimizi yükseltemiyoruz.

Bir çırpıda aklıma gelen şu yukarıdaki sorunlar, her geçen gün biraz daha artıyor ve çözümsüzlüğe doğru yol alıyor. En önemlisi de, artık sıradanlaşmaya başlıyor ki, en büyük tehlike de burada başlıyor. 8-9 yaşında bir kız çocuğunun evlendirilmesine tepki veremez hale geldik çünkü ülkede sıradan bir vaka gibi algılanmaya başlandı. Tehlikenin en büyüğü zaten bu. Büyük bir sorunun sıradan hale gelmesi.

Şimdi biz tüm bunları bilirken, 23 Nisan kutlayacağız öyle mi? "Kutlu olsun, mutlu olsun" diye kendimizi kandıracağız, çocukların bu ülkede güven içinde yaşadığına inandıracağız kendimizi.

Kusura bakmayın ama 23 Nisan'ın kutlu olduğu devirler çok geride kaldı. Devletin çocukları öldürdüğü, onların evlendirilmesine gözlerini kapadığı, tecavüzlerine kulak tıkadığı, çalışma hayatına itildiği bir ülkede, benim için 23 Nisan'ın 22 ya da 24 Nisan'dan hiçbir farkı yok. Zaten ortada kutlanacak bir şey de yok.

Onları katletmeyin,
öldürmeyin,
cezaevlerine atmayın,
tecavüz etmeyin,

evlendirmeyin,
çalıştırmayın,
dilendirmeyin,
suça itmeyin...

Belki o zaman, kutlanmaya değer bir şeyler olabilir.

Ama öldürülen bir çocuğun terörist mi değil mi diye tartışıldığı, yavrusunun cansız bedenine sarılan bir annenin miting meydanlarında yuhalatıldığı, torunu yaşındaki kızla evlenen adamlara (!) sahip çıkıldığı bir ülkede, sikerler 23 Nisan'ı.

Türkiye'nin daimi iki mağduru

$
0
0

Şampiyonluk kutlaması olarak, rakibinin mağazasını yağmalamak, talan etmek, yakmak, insanları neden mutlu eder, anlaşılabilir değil.

8 aylık uzun bir maratonu kazanmışsın, 3 yıldır hasret kaldığın şampiyonluğa kavuşmuşsun bunun keyfini süreceğin yerde, gidip Galatasaray Store mağazasının kapılarını kırıp, içeriden formaları, atkıları çıkartıp yakıyorsun. Üstelik bunu büyük bir gurur kaynağı olarak paylaşıyorsun sağda solda.

Sivas'ta aydınları yakanlar da, bugün birilerine anlatıyordur, böbürlene böbürlene nasıl insanları öldürdüklerini. Tepki aynı tepki. Bunu yapan tiplerle normal hayatta konuşsan, özgürlükçü, demokrat filandır muhtemelen. Ama yapılan, bir otele insanları kapatarak cayır cayır yakmaktan çok da farkı yok. Ne yani, oturup sevinelim mi, içeride kimse olmadığı için, birilerinin fiziki olarak canı yanmadığı için!

Taraftarlık iyiden iyiye sınırlarını aşıp, vandallık boyutlarına ulaştı. Üstelik, böylesi eylemler, sosyal medyada gurur vesilesi olarak da paylaşılıyor. Kahkahalar eşliğinde "yaktık oğlum", "burada mağaza açmak neymiş görün" vs denilerek, sözümona büyük zaferlerini kutluyorlar.

Bütün bunları görmüşsün, elde nal gibi fotoğraflar, yazılan yazılar var, birden "Galatasaray Store'u 6 kişilik hırsız çetesi soymuş" diye medyada haberler görüyorsun. Neredeyse medyanın tamamı, olayı Fenerbahçe'nin üstünden çekip alıyor ve basit bir hırsızlık vakasıymış gibi göstermeye çalışıyor.

Günümüz Türkiyesi'nde iki kurum böyle pervasızca, ahlaksızca, akıldışı yollarla savunulmaya çalışılıyor. Biri Akp, diğeri Fenerbahçe.

İkisinin en büyük özellikleri sürekli mağdur olmaları. Olay ne olursa olsun, mağdurlardır. Misal taraftarı siyah futbolcuya muz sallar, video görüntüsü vardır, boy boy fotoğraflar vardır, Fenerbahçe Kulübü çıkar bu soytarıları da yanına alıp basın toplantısı düzenler. Toplantının ana konusu sarı-lacivert renklerin mağduriyetidir. Irkçı puşt, Fenerbahçe Kulübü çatısı altında, milyonlarca insanın gözüne baka baka, alenen taşak geçercesine "Benim midemde sorun var, doktor muz yememi söyledi" diye savunma yapar.

Medyanın istisnasız tamamı, olaya ırkçılık var demez ama bu deli saçması savunmayı boy boy manşetlere taşır. Amann Fenerbahçemiz mağdur olmasın. Boru mu amına koyayım, Cumhuriyet'in onulmaz bekçileri, son kale, ülkenin teminatı, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılma nedeni. Herifler az daha zorlasalar, Sırpsındığı'nda biz vardık, İnebahtı'da biz savaştık filan diyecek. Bunları söyleseler, emin olun destekçiliğini yapacak medya da bulunur.

Ulan kulüp olarak bir özür dilemek, her şeyi geçtim en hafifinden "Birkaç kendini bilmez yapmıştır" demek, zor mu ulan! Ama olur mu hiç? Bir tanecik Fenerbahçemiz, suçlu potasında olabilir mi?

Abdullah Kiğılı bu olaya ne demiş bakalım; "Fenerbahçe taraftarları gidip Galatasaray Store'dan alışveriş yapmaz. Galatasaray taraftarı da Fenerium mağazalarından yapmaz...  Bu yapılan kesinlikle bi provokasyondur. Fenerbahçe taraftarının böyle bir olayın içinde olmadığını biliyor ve tahmin ediyorum. Zaten aldığımız bilgiler de bu yönde..."


Haaa tamam şimdi olay tamamen aydınlandı. Şu yukarıdaki orospu çocuklarının hiçbiri Fenerbahçeli değilmiş. Ohhh valla acayip rahatladım lan!

Hırsızlık çetesi ilginç özellikler taşıyor. 6 kişiler ama 100-150 kişi görüntüsü veriyorlar. Hırsız olmalarına karşın, çaldıkları malları yakıyorlar, mağazanın içine işeyen ve sıçan var. Böyle acayip, garip, manyak, ruh hastası 6 kişiden oluşuyor. Bu 6 kişilik hırsızlık çetesi eve girip laptop çalınca götlerine sokuyordur ya da altın, ziynet eşyası vs çalınca da onları burunlarından sokup sıçarak çıkartıyorlardır!

Bunun adı ayıp filan değil artık, düpedüz orospu çocukluğudur. Bir kulüp bu kadar aşağılık olmamalı, bir noktada durmayı bilmeli, kendisine çeki düzen vermeli.

Bunları paylaşmak, orada bulunmaktan öte, orada hiç olmayıp, tüm bunları büyük bir zafer kazanmışçasına anlatmak, bunlarla övünmek, bir insanın alçalabileceği en alt sınırlardan biri.

En geç birkaç gün içinde Fenerbahçe'nin çok ama çok mağdur olduğunu birlikte görürüz. Olay 6 sabıkalının üstüne kalır, Fenerbahçemiz de bu olaydan da alnının akıyla sıyrılır.

Zaten yapmışlarsa da Fenerbahçe için yapmışlardır canım! Başkanımız, canımız, ciğerimiz, Türk sporunun yüce insanı, özgürlük savaşçısı Aziz Yıldırım öyle diyor.

Not: Dün akşam maça giden Fenerbahçeli taraftarların bindikleri metrobüsü taşlayan Galatasaray taraftarlarının da Allah belasını verir umarım.

İşkenceyi bizden biri yaptıysa sorun yok (!)

$
0
0

HDP Beşiktaş eşbaşkan adaylarından Ahmet Saymadi ve 7 SYKP'li hakkında inanılmaz bir iddia var. İddiayı şu linkten okuyabilirsiniz.

Olayı kısaca özetlemek gerekirse; Berkin Elvan İşgal Evi'nde, kimsesiz iki Kürt çocuğu kalıyor. Hatta çocuklardan biri Terörle Mücadele'den cezaevinde kalmış. Her ikisi de 18 yaşın altında. Neyse, bu iki eleman, İşgal Evi'ne gelen bazı kişilerin eşyalarını ve bir miktar da paralarını çalıyor. Bu iki çocuk, 7 kişi tarafından işkenceye tabi tutuluyor. İşkencenin boyutları öylesine ki, bırakıldıkları Abbasağa Parkı'nda ölüp ölmedikleri kontrol ediliyor. İddia o ki; işkenceciler arasında Ahmet Saymadi de bulunuyor.

Ahmet Saymadi kimdir, nedir, necidir zerre umursamıyorum. Bianet'te 'özgürlük, demokrasi' soslu yazılarını isteyen okur. Süslü kelimelerle bezenmiş, özgürlük savaşçısı nidaları atan, bir adamın (adam diyorum, tamamen sözün gelişi), yaptıkları her ne olursa olsun iki çocuğa işkence yapması kabul edilemez bir durum.

'Hasan Ferit'e dokunamazsınız', 'Kimsesizler ülkesi', 'Öğrencilere özgürlük' vs vs diye yazılar yazan bir adamın, eleştirdiği yönetimlerin uyguladığı en adi, en pespaye, en şerefsiz yöntemlerden biri olan işkenceye başvurması, en söylenebilir durumla, onursuzluk, şerefsizlik, haysiyetsizlik örneğidir.

Şimdi özeleştiri yazıyormuş! Evet yanlış okumadınız, özeleştiri yazıyormuş. Muhtemelen, uyguladığı işkenceye karşı bol bol 'ama'lı kelimelerle örülü bir özeleştiri olacaktır. Kenan Evren de, 12 Eylül'de onbirlerce insana yapılan işkence için "Vaktiyle herkes işkence yapıyordu" diyerek, özeleştirisini vermişti nasılsa!

Asıl sorun şu; bu çocuklara yapılan işkence, kendileri gibi düşünmeyen biri tarafından yapılsa, lanetleyecek binlerce insanın "Lütfen ama bir dinleyelim" diye, şimdiden kendilerine bir savunma duvarı çekme gayreti. İşkenceyi lanetlemesi gerekenler de. kendisini eleştirenlere 'linç' sıfatını yapıştırıyorlar.

İnanılmaz tehlikeli bir durum bu, yani işkencenin kimin tarafından yapıldığında; olumlanabilir, geçiştirilebilir ya da beklenebilir olduğu. Bununla birlikte, özellikle sosyal medyada, bazı kişilerin ve bazı fikirlerin asla ama asla eleştirilemez olması da var.

İkinci hadise, uzun zamandan bu yana, kafamı kurcalayan bir mesele. Çünkü birileri, kendileri için çelik yelek giyip, kuşandıkları zırhları üstlerinden hiç çıkmıyor. Onlar eleştirilemez, onların ve onlar gibi düşünenlerin hiçbir fikrine karşı gelemezsiniz. Karşı gelirseniz, son yılların en moda deyimiyle 'ulusalcı' diye yaftalanıyorsunuz. İşin boku öylesine çıktı ki, sosyalist insanlara bile pat diye bu yafta yapıştırılıyor. Sağolsun, iktidar ve onun medyasının nimetlerinden, özgürlük savaşçıları da faydalanıyor (!)

İşkence kim tarafından ve ne için yapılırsa yapılsın, kabul edilemez. Bunu, herkese solculuk, onur, erdem, ahlak satan birinin yapması ise tam Aziz Nesin'lik vaka.

İşkenceyi hoş göreceksek, kabulleneceksek, kimin yaptığına göre farklı tepkiler vereceksek, bırakın hayata sol pencereden bakmayı, önce insanlığımızı sorgulamamız lazım.

Özgürlüğe, insan haklarına dair onbinlerce vuruşluk yazılar döktürdükten sonra iki çocuğa işkence yapan birini mazur görüyorsak, o halde tüm faşist cuntaların yaptığı işkencelere de bir kılıf bulabiliriz.

Hayatta bazı olaylarda, karşı durulacak birtakım noktalarda, ya siyah vardır ya beyaz, gri olmaz. İşkence de bunlardan biridir ve grisi olmaz. Topyekûn lanetleyip, karşı çıkamazsak, meşruiyet kazanmasına da zemin hazırlarız.

Ama kimse merak etmesin, 3-5 aya unuturuz hepsini, nasılsa kendisine kol kanat gerecek birileri çıkar, balık hafızamız da başka şeylerle ilgilenir. Bu toplumda yok olması gereken o kadar çok leş var ki, şu an saygı gören; kendisi de, öğütler vermeye, özgürlük nidaları atmaya devam eder.

İşkencenin, 'senin işkencecin', 'onun işkencecisi', 'bizim işkencecimiz' gibi tarafları olmaz. İşkenceci her ne düşünceyi taşırsa, hangi taraftan olursa olsun, toplum tarafından lanetlenmesi ve bir daha toplumun karşısına çıkamayacak noktaya gelmesi gerekir. Aksi taktirde, bir gün işkence sizi de bulur, tıpkı Berkin Elvan İşgal Evi'ndeki 2 çocuk gibi...

Not: Fotoğraf temsilidir

Not2:Kendisinin özeleştirisi buradadır, karar sizin

1954 Dünya Kupası kadrosundan unutulmuş bir kahraman: Coşkun Taş

$
0
0

Türk futbolunda adını bilmediğimiz, geçmişleri, kariyerleri hakkında bilgi sahibi olmadığımız pek çok kahraman var. Her kaybolan nesil sonrası, bu kahramanları anımsamakta daha fazla zorlanıyoruz.

Brezilya’da düzenlenecek 2014 Dünya Kupası’na sayılı günler kala, Türkiye futbolundaki kahramanlardan birini hatırlatmak istedim.

Türkiye’nin ilk Dünya Kupası macerasında kadroda bulunan Coşkun Taş’la söyleştik. Ağzından çıkan her cümlede şaşkınlığım biraz daha arttı. İtiraf etmem gerekir; böylesi bir kariyeri bilmediğim için de kendimden utandım. Almanya’da üst düzey futbol oynayan ilk isimlerden biri Coşkun Taş. Süleyman Seba’nın takım arkadaşı, 1954 Dünya Kupası kadrosunda bulunan en genç oyuncu, Köln Spor Akademisi’nden mezun olan ilk Türk.

Söyleşinin satır aralarında pek çok ilginç şey bulacaksınız. Örneğin; Almanya’da yetişen Türk asıllı futbolcular için söylediği “Türkiye Futbol Federasyonu beleşe konmaya çalışıyor” cümlesi ya da Almanya’ya Halit Kıvanç’ın yolladığı bir mektupla transferi.

Şimdilerde emekliliğin keyfini çıkartan Coşkun Taş’ın sevinçleri, kırgınlıkları ve hatıraları…

Futbol kariyeriniz nasıl başladı?

Aydın Lisesi’nde okurken boş sahalarda futbol oynuyordum. Aydınspor idarecileri bana geldiler, bir talebe lisansı çıkardılar. Böylece 1947 yılında sol açık olarak futbol kariyerim başladı. O yıllarda genç takımlar yoktu. 15 yaşında hem okul takımında ve hem de Aydın liglerinde oynamaya başladım.

1951’de Aydınspor Bursa’daki Amatör Türkiye Şampiyonası’na gitmişti. Sadri Ulusoğlu (MeşhurArap Sadri)beni beğenmiş. O dönem liseyi bitirmiştim ve İstanbul’da üniversite tahsilini yapabilmek için bana para imkânı sağlayabilecek bir kulüp arıyordum.

Beşiktaş’ta sağ bek oynayan Aydınlı Kemal Ağabey ile beraber İstanbul’a gittik. 1951 yılının Ağustos ayında aylık 275 lirayla antrenmanlara başladım. Tabii ilk geldiğim günlerde yedektim. Sol açığımız sakatlanınca, onun yerine geçtim ve İstanbul liglerinde futbol kariyerim başladı.

17 yaşında Aydın’dan İstanbul’a geldikten sonra Beşiktaş yılları nasıl geçti?

CT: Akaretler’deki Beşiktaş Kulübü’nde bana bir oda verdiler. Ağabeyim Metin Taş’la (sonradan senatör oldu) beraber geceleri orada kalıyorduk. Ağabeyim eczacılık okuyordu. Ali İhsan Karayiğit’e de bir oda vermişlerdi. 1952 yılında aynı zamanda Yüksek Ticaret’te okumaya başladım.

1952 yazında Yunanistan Milli Takımı ile özel maç yapılacaktı. Sahaya, kalede Galatasaray’da oynayan Turgay Şeren hariç tamamı Beşiktaşlılardan oluşan bir takım çıktı. 25. dakikada lif kopması nedeniyle sahayı terketmek mecburiyetinde kaldım.İlk milli maçıma böyle çıktım. O zamanlar oyuncu değiştirmek yoktu o zaman. Takımı 10 kişi bıraktım. Ama Türkiye Futbol Federasyonu bu maçı kayıt etmemiş. İnternet kayıtlarında yok.

1953  yılında ilk kez U-18 Avrupa Kupası’na katılacaktık. Antrenör Cihat Arman geldi ve “Coşkun sen 19 yaşındasın, benim takım kaptanımsın. Yaşını 18 yap” dedi. Ben de, Aydın’a gidip, dava açarak 1935 doğumlu oldum. Belçika’da 16 takım arasında 3. olduk.

Peki Dünya Kupası hikâyesine gelelim. Dünya Kupası’na giden Türkiye’nin kadrosundaki en genç oyuncuydunuz. Ülkede neler yaşandı, gitmeniz belli olduğunda? Dünya Kupası’ndaki ilk maç, yani 4-1 yenildiğimiz Batı Almanya karşılaşmasını biraz anlatabilir misiniz?

1954 Dünya Kupası elemelerinde ilk maçta İspanya’ya 4-1 yenilmiştik. Ben takımda yoktum. İstanbul’da 1-0 kazandığımız maçta oynadım ve 1-0 galip geldik. Üçüncü maç için 17 Mart 1954 yılında Roma’ya uçtuk. Maç 2-2 bitti. O dönem penaltı atışları yoktu ve kura çekildi. Kurayı biz kazandık ve İsviçreye gitmeye hak kazandık.

Antrenörümüz İtalyan Sandro Puppo bizi Yıldız Sarayı’nda köşkte kampa soktu. Köşk bomboştu, yataklar yorganlar yastıklar getirdiler. Bol bol yastık kavgası yaptığımızı hatırlıyorum. Tabii futbol camiası Dünya Kupası’na girmemizden çok memnundu.


Dünya Kupası’nın yapılacağı İsviçre’ye uçtuk. Lozan’da Leman Gölü kenarında bir otele yerleştik. İlk maçta Almanya’ya 4-1 yenildik. Daha sonra Kore’yi 7-0 yendik. Her iki maçta da forma giymedim. Son oynadığımız Almanya maçında oynadım. Zürih’te 7-2 yenildik ve Türkiye’ye geri döndük.

Birlikte oynadığınız unutamadığınız isimler kimler?

Beşiktaş’ta Sevgili Süleyman Ağabey (Süleyman Seba) ve Çengel Hüseyin’le (Hüseyin Saygun) 2 yıl beraber oynadık. Süleyman Ağabey’in başkanlığı sırasında sık sık telefonlaşırdık. O devrin bütün oyuncu arkadaşlarımı Fenerli ve Galatasaraylılar da dahil saygı ve sevgiyle anıyorum. Vefat edenlere de Allah rahmet eylesin diyorum.

Almanya’ya karşı oynadığımız maçta rakibim olan Hans Schaefer 1959 yılında FC Köln’de takım kaptanı ve arkadaşım oldu.

Yüksek okul bittikten sonra yedek subaylığım İstanbul Rami’de geçti. Askeri Milli takımla Hollanda’da Lüksemburg’da, Paris’te karşılaşmalara çıktık. Galatasaray’da forma giyen Metin Oktay’la Askeri Milli Takım’da birlikte oynadık.

Almanya’da futbol oynamaya nasıl karar verdiniz?

Mali Müfettiş olmak istiyordum. Bir yabancı lisan öğrenme mecburiyeti vardı. Futbolu vasıta yaparak, Almanya’da kulüp aramaya başladım. Halit Kıvanç Ağabey bana bu konuda yardımcı oldu.

Halit Abi o dönem, Alman Kicker spor dergisinin Türkiye temsilcisiydi. FC Köln takımı sol açık arıyormuş. Halit Abi’nin FC Köln Başkanı Franz Kremer'e yazdığı mektupla, Almanya’ya transfer oldum. Vapurla Venedik’e, oradanda trenle Köln’e geldim. Almanya’da o zamanlar profesyonellik yoktu. Kontratlı oyuncu olarak 400 Mark karşılığında oynamaya başladım. Diğer taraftan da bir şirkette çalışıyordum. 1959-1962 yılları arasında FC Köln’de oynadım. FC Köln’le 1960 senesinde Almanya ikincisi olduk.

Almanya’da forma giymeye başladıktan sonra Türkiye ile ne gibi farklılıklar dikkatinizi çekti?

Almanya’daki futbol çok kondisyon isteyen bir oyundu. Ayakta toptutmak yok, hep tek pas. Alışıncaya kadar iflahım kesildi. Çok seri olduğum ve iyi çalım attığım için başarılı oluyordum. Takımımızda 7  milli oyuncu vardı. Çok esaslı bir takımdık.

Futbol kariyerinizin en unutulmaz anı neydi?

Maalesef Almanya’da geçti. Almanya Şampiyonası eleme maçlarında 6 maçta oynadım ve 3 de gol attım. Oldukça formdaydım. Final maçında beni yabancı diye oynatmadılar. Bunu bana Doğu Alman antrenörümüz söyledi. O zaman oyuncu değiştirme kuralı da yoktu. Bu olaydan sonra futboldan tamamen soğudum ve 27 yaşında antrenör olmaya karar verdim.

Yanılıyorsam beni düzeltin, Köln Spor Akademisi’nde teknik direktörlük diploması alan ilk Türk sizsiniz. Nasıl bir eğitim sürecinden geçip, bu diplomayı aldınız?

Köln Yüksek Spor okulunda 8 ay tahsil gördüm. Futbol hocamız Hennes Weissweilerisminde meşhur bir Alman’dı. Almanya’da Bundesliga Lisansı alan ilk hocayım.

Çok zor bir okuldur. Futbol yanında vucut yapısı, konuşma, öğretme, masaj,  kondisyon artırma gibi dersler verilir. En az 30 sayfalık bir kitap yazmak mecburiyeti vardı. Beni, Almanya’nın unutulmaz teknik adamlarından  Helmut Schön imtihan etti. Türkiye’den konuştuk. İyi dereceyle mezun oldum. Benden sonra Hamburg’da oynayan Özcan Arkoç, Yılmaz Yücetürk, Yılmaz Vural ve ismini unuttuğum bir arkadaş da diplomalarını aldılar.

Peki sonra ne yaptınız?

Alman bir hanımda evlendim. Temelli Almanya’da kalmaya karar verdim. Ford Fabrikaları Satış şubesine girdim. Hobi olarak fabrikanın futbol hocalığını aldım. Sonra bilgisayar kurslarına giderek sistem analisti oldum. 300’e yakın küçük büyük programlar yazdım. 31 yıl çalıştıktan sonra emekli oldum.

Almanya’da Futbol Federasyonu’nda çeşitli görevlerde bulundunuz. Size Türkiye’den gelip ulaşanlar oldu mu? Olduysa, size ne gibi taleplerle geldiler?

Köln’de futbol camiası beni iyi tanır. Mahalli Futbol Federasyonu Başkanı beni yabancı takımlar temsilcisi yaptı. Disiplin kurulu üyeliği ve 20 yıl ikinci başkanlık yaptım. Disiplin Kurulu tüzüklerini Türkçe’ye çevirdim, bastırdım ve bütün Westfalen eyaletine dağıttım.

Hatırlarım, Yılmaz Vural Köln’de bir Türk takımının teknik direktörlüğünü yaparken, bana kitaptan çok şey öğrendiğini söylemişti. Disiplin Kurulu mahkemelerinde görev aldım. Hakem dövmeleriyle uğraştık.

O devirde federasyonlarda her kayıt kalem kâğıtla yapılırdı. Başladım program yazmaya. Access’le (database sistem) bir federasyonun yaptığı bütün işlemleri bilgisayara geçirdim.

Hakem tayinleri, yazışmalar, yalnız Köln’de oynanan haftalık 800 maçın sonuçları ve fiksürler. Sonradan bu yazılımları Bölge federasyonu da üstlendi. 16 yan federasyon ve 1056 kulüp bu yazılımları kullandı. 1995-2005 arası işlemde kaldı. Sonra DFB (Alman Futbol Federasyonu) online sisteme geçerek, bütün Almanyayı kapsayan bir çalışma başlattı.

1971 yılında Köln ve 1991’de Gelsenkirchen’de tercümanlık yaptım. Orada Sayın Şenes Erzik’le tanıştım. 2003 yılında Almanya Futbol Federasyonu, Türkiye ile Almanya arasında oynanan U-21 maçında temsilcilik görevi verdi. Leverkusen’de oynanan maçta yenildik. Bir Türk yedek oyuncu soyunma odasına giderken bir Alman oyuncuya yumruk attı. Hem de hakemin gözünün önünde. Vahşiliğimizi burada da gösterdik.

Bütün bu çalışmalarımdan ve Türklerin spor entegrasyonuna çabalarımdan dolayı Almanya’dan Yüksek Hizmet Madalyası aldım. Bu çok az yabancıya verildiği için çok sevindim.

Almanya’da yetişen Türk futbolcuların, milli takım seçimleri konusunda fikirleriniz neler? Kişisel bir karar da olsa, sizce Türk Milli Takımı’nı mı, Almanya Milli Takımı’nı mı tercih etmeliler?

Futbolcu kapasitesi yüksek oyuncu oldukları için için (Mesut Özil, İlkay Gündoğan, Nuri Şahin v.s.) Alman Milli Takımı’nı tercih etmelerini isterim. Çünkü Onlar Almanya’da doğdular, eğitimlerini ve terbiyelerini oradan aldılar. Çok küçük yaşlardan itibaren, Almanya Futbol Federasyonu’nun kamplarında yetiştirildiler.

Türkiye Futbol Federasyonu beleşe konmaya çalışıyor. Yetiştirme planlarının bir kopyaları elimde. Almanya Futbol Federasyonu her sene genç takımlar için 2 milyon Euro para harcıyor.

Peki sizce, Türkiye Futbol Federasyonu’nun, Almanya’da forma giyen Türk futbolcuları milli takıma kazandırma çalışmaları yeterli mi?

Türkiye Futbol Federasyonu kendi planlarını, kendisi yapsın.Almanya’da hazır yetişmiş gençler yerine, Türkiye’deki gençleri yetiştirsin. Öncelikle bir sürü içi geçmiş yabancı futbolcu alımından vazgeçsinler. Türkiye’de o kadar aç insan varken, yazıktır o vergisiz verilen milyonlarca Eurolar.

Brezilya’da düzenlenecek Dünya Kupası’nda kupasında favoriniz var mı?

Brezilya.

Günümüz futboluyla, oynadığınız dönemleri karşılaştırdığınızda; dikkat çekici, belirgin farklar nedir?

Futbol günümüzde çok serileşti, sistemler değişti. Futbolcuların teknik yetenekleri arttı ama öyle iki çalım atıp da pas verme devri geçti. Mesela Lefter’i hatırlıyorum. Her çalımında tribünler ayağa kalkardı. Oyuncuların taktik anlayışları çok ilerledi.

Yıllarını futbola adamış biri olarak Türkiye’deki futbol ortamı hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Futbolu çok seven bir milletiz. Futbolu bir savaş olarak gördükçe; istenmeyen, sporla hiç alakası olmayan hadiseler ortaya çıkıyor. Senelerce Fairness komisyonlarında yer aldım. Radikal düşünceli insanları statlara alınmaması gerekir.


Son sözleriniz…

Şu anda Kuşadası’nda tatilimi geçiriyorum. 80 yaşına gelmiş, yaşantısının büyük çoğunluğunu Almanya’da geçirmiş bir Türk/Almanım. Aydınspor, Beşiktaş ve FC Köln’ü halen destekliyorum.

1954 Dünya Kupası’na katılan ve hayatta olan Milli Takım arkadaşlarımdan bir rica olacak. Almanya'dan, Polonya’dan çok sayıda imza isteği geliyor ama adreslerini bulamıyorum. Onlara ulaşmak isteyen insanlar var. 

Not: İlk fotoğrafta ayakta soldan üçüncü sırada. İkinci fotoğrafta ise ayakta soldan ilk sırada

'Siktir git' derim, kimse kusura bakmasın

$
0
0

Hayatta pek çok kez, hiç istemediğimiz şeylerle karşılaşıyoruz. Hazırlıksız yakalandığımız, beklemediğimiz, nice olay, hayatımızın yönünü değiştiriyor. Bunların bazıları bizden kaynaklanıyor, bazılarıysa tamamen inisiyatifimizden bağımsız gelişiyor.

Bugün Başbakan Erdoğan’ın, Vizyon toplantısı yapıldı. Bu toplantıdaki bir fotoğraf karesi, başkalarını bilmiyorum ve umursamıyorum ama benim içimi acıttı.

Galatasaray Başkanı Ünal Aysal’ın, TFF Başkanı Yıldırım Demirören‘le yan yana oturup, çekilen telefona verdikleri samimi görüntü, iktidar muhalifi bir Galatasaraylı olarak canımı fazlasıyla sıktı. Haa bu arada not düşülsün, Ünal Aysal Selahattin Demirtaş ya da Ekmeleddin İhsanoğlu’nun toplantısına gitseydi inanın ya da inanmayın keyfimi kaçırırdı.

Fazlasıyla savunan çıkacaktır bu görüntüyü ve o toplantıya katılımı. Kimisi ‘davete icabet etmek gerekir’ diyecektir, kimisi ‘Galatasaray’ın lehine olacağı için gitmesi iyidir’ diyecektir, kimi de başka sebepler bulacaktır.

O toplantıda kürsüde konuşan kişi, 12 yıllık icraatlerinde söz etti ve talip olduğu görevle hiç ilgisi olmadığı halde ve cumhurbaşkanı seçilse de varolan kanunlarla bireysel olarak yapamayacağı şeyleri anlattı. Bir buçuk saat süren toplantının tamamını izlediğimde, puzzle’ın parçalarının eksik olduğunu düşündüm.

Neden eksik?

Çünkü Metin Lokumcu’nun öldürülmesi yoktu.
Çünkü 19 yaşında karnındaki bebeğini kaybeden, ‘kadın mı kız mı belli olmayan’ genç kız yoktu.
Çünkü Roboski’de üzerlerine bomba yağdırılan 32 kişinin ölümü yoktu.
Çünkü Reyhanlı’da öldürülen 52 kişi yoktu.
Çünkü Soma’da ölüme itilen 302 madenci yoktu.
Çünkü Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Berkin Elvan yoktu.
Çünkü milyarlarca dolarlık yolsuzluklar yoktu.
Çünkü gemiler, gemicikler yoktu.
Çünkü satılan TEKEL’ler, Tüpraş’lar yoktu.
Çünkü milletin amına koyup, zengin edilen  yandaşlar yoktu.
Çünkü satılan topraklar, barajlar yoktu.
Çünkü doğa katliamları, katliama karşı koyan köylülerin dövülmesi yoktu.
Çünkü her sokağa çıkıldığında, halka böcek muamelesi yapan destan yazan polisler yoktu.

Buraya en az 200 tane daha ‘çünkü’yle başlayan ve sürüp giden cümle daha yazabilirdim ama ne yorgunluktan ağrıyan parmaklarımı daha fazla yormak istemiyorum, ne de ruhumu daha fazla sıkmak istiyorum.

Herkesin kendi Galatasaray’ı var. Kimi Fatih Terim’i çok seviyor, kimisi nefret ediyor. Kimisi için Hakan Şükür 'kral', kimisi için 'kral değil', kimi Arda Turan’a 'aslan' diyor, kimisi 'rezil'. Bunların hiçbirini eleştirmiyorum, herkes istediğini düşünmekte ve Galatasaray’ı kafasında istediği gibi kurgulamakta serbest. Ben öyle yapıyorum çünkü. Sevdiğim sarı-kırmızıyı kendimde şekillendiriyorum, kendime göre anlamlar katıyorum.

Ünal Aysal’ın orada, Yıldırım Demirören’le yan yana oturup, sırıtması benim açımdan affedilecek bir durum değil. Bunca ‘çünkü’den sonra affedebilmem mümkün değil. Haa, Ünal Aysal’ın da çok sikinde tabii bu durum.

Oraya her için gitmiş olursa olsun, Ünal Aysal, bendeki kredisini bitirmiştir. İsterse onun başkanlığında Galatasaray Şampiyonlar Ligi’ni alıp, Kıtalararası Kupa’yı kazansın zerre umrumda değil, olmayacak da.
Aynı nedenlerden ötürü Fatih Terim’i sevmiyorum. Yoksa ‘6 kupa kazandı, nasıl eleştirirsin ulan yavşak’ türünden cümleler yazıp ‘İmparatorrrr’diye yeri göğü inletmesini de bilirdim. Ama muktedirden yana olanlardan, hayatımın hiçbir zamanında hazzetmedim. Daha önce de söyledim, öğrendiğim bir şey değil bu, tamamen güdüsel bir durum. Öyle hissettim hep. Terim hadisesi başka zamana kalsın, nasılsa bir gün onu da dökülürüm.

Ünal Aysal için ‘Galatasaray Başkanı olarak, menfaatlerini korumak için oradadır’ gibi bir savunma yapmasın bana kimse.

Galatasaray’ın menfaatleri öldürülen gençlerden önemli değil, bende. İkisini sen istersen yan yana getirme, ben getiriyorum.

Eline, eteğine yapıştığın adamlardan tekme yediğin gün, bu toplantıya katıldığın için bundan sonra ne söylesen, ne yapsan suya yazı yazmaktan başka anlam ifade etmiyor.
Böyle büyük topluluğa bir biçimde ait olduğun zaman, içinden çıkılmaz hallerle karşı karşıya kalıyorsun. Bugün benim yaşadığım buydu, başkanlığı süresince yaşayacağım da budur, bundan sonra her ne yaparsan yap.


‘Tarafı olmadığımız siyasi tartışmalar içine çekilmeye çalışıyoruz’ deyip, bu toplantıya katıldığın zaman da, ‘siktir git Ünal Aysal’ derim, kimse de kusura bakmasın.

Bu kafayla gidilecek askerde, neyin alınacağı bellidir

$
0
0

Dünya Kupası’nda yegâne gururu (!) Cüneyt Çakır olan bir ülkenin spor kamuoyu “Türkiye neden Dünya Kupası’nda yok?” diye dövünüyor. Hatta, “Pek çok takımdan daha iyiyiz, orada biz olmalıydık” yorumları yapılıyor. Peki gerçekten Türkiye orada olmalı mıydı? Tabii ki hayır çünkü Dünya Kupası’nda maçları izlediğimizde Türkiye gibi sistemsiz, plansız, programsız takımların olmadığını gördük.

Bugün Fenerbahçe ve Milli Takım kalecisi Volkan Demirel’e, Almanya’nın Dünya Kupası şampiyonluğu soruluyor. Volkan yanıtlıyor; “Dünya Kupası'nı fazla izlemedim. Biraz futboldan uzak kalmak, futbolu özlemek istedim. Sadece yarı final ve final maçlarını izledim. Kuyt'ın kazanmasını çok isterdim Hollanda adına veya Portekiz'deki, Nijerya'daki arkadaşlarımızın bir şeyler yapmasını isterdim. Nasip Almanya'nınmış. Orada da Mesut Özil var. Ona tebriklerimizi iletiyoruz. Türk bayrağının o turnuvalarda dalgalanması gerekiyor. Bu sene olmadı ama gelecek turnuvalarda bu gerçekleşecektir."

Açıklamanın neresini okusan, orası dökülmeye başlıyor. Futbola bakışın ülkede ne denli sığ ve cehalet koktuğunu görüyoruz.

Ülkenin en önemli takımlarından birinde oynayan ve aynı zamanda milli takımın kalesini koruyan bir adam, 64 maçtan sadece 3’ünü seyrediyor. Yani dünyada futbola dair ne oluyor, ne bitiyor, onu ilgilendirmiyor. Tabii bahanesi hazır, ‘futbolu özlemek istedim.’

Dünya Kupası’nı Kuyt’un kazanmasını istiyor. Hollanda’nın değil tabii Kuyt’ın kazanmasını istiyor. Neden? Eş-dost-akrabadan biri alsın, kupa yabancıya gitmesin diye! Kuyt kazanınca, biz de kazanmış olacağız, o hesap.

Sonra en harika bölüm geliyor, “Nasip Almanya’nın!” Kupa dediğin kader, kısmet işidir zaten. Sıkı çalışmanın, disiplinin, altyapının, teknik ve taktiğin, sahadaki takım oyununun, bireysel performansın, antrenmanın vs vs hiçbiri Dünya Kupası’nı kazanmak için şart değil. Kupayı kazanmak için kısmet yeterli!
Bu ülkede futbolun neden gelişmediğini, gelişemediğini, başarıların gündelik olduğunu görmek istiyorsanız, Volkan Demirel’in açıklamalarına bakmak yeterli. Kuvvetle ihtimal 4 yıl sonra Türkiye’de sıfat olarak kendilerine ‘yazar’ı edinmişler, o gün “Ah biz burada olmalıydık” diye dövünecekler. Tek bir analize gerek olmadan, salt ah-vah’larla geçireceğiz.

Ülkenin başbakanı, bağıra bağıra gelen maden facialarını “Ölüm madencinin fıtratında var” diye her olayı böylesine basite indirgeyince, ülkenin milli takım kalecisinin de, “Nasip Almanya’nınmış”tan fazlasını beklememek gerekir. Çünkü bu ülkede uzun süreden bu yana, olumsuz her şey kaderin, kısmetin işi. Hata yok, eksik yok, ihmal yok! ‘Kader var, kaderrrr’ (Bu bölümü o yavşak gibi okursanız, daha eğlenceli oluyor. Ben denedim eğlendim)

“Kupayı Kuyt’ın kazanmasını isterdim”
bölümü de ayrı felaket. Bunu sadece Volkan’ın böyle değerlendirdiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.

Misal, Milli Takım U-19 takımının başında kim var, bakarsanız ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Vedat İnceefe., hangi yetenek, hangi birikimle ve neden o görevde? Sorunun yanıtını herkes gayet iyi biliyor. Yancılıktan mütevellit, Ünal Aysal’a güzel salladığı için.

Fatih Terim, bu ülkede kaç yıldır teknik direktörlük yapıyor? 1997 yılında Ankaragücü’yle başlayıp, bugün Türkiye Futbol Direktörü. Aradan geçen 17 yılda, Fatih Terim’in hangi yardımcısı, bir yerlerde başarılı oldu? Hiçbiri. Peki neden? Onun nedeni, Volkan Demirel’in “Kupayı Kuyt’ın kazanmasını istedim” yanıtında gizli.

Çünkü U-19’lara, U-17’lere, U-20’lere teknik direktör seçilirken, temel koşul en iyi şekilde biat edecek olması ve “İki Galatasaray’dan aldık, iki de Fenerbahçe ile Beşiktaş’tan alalım, yanına da Trabzonlu ekleyelim”şeklinde, yemeğe tuz, biber serpmek gibi oluyor.

Bu adamların kariyerleri nelerdir, hangi akademilerden mezundur, oyuncularla iletişimi nasıldır, teknik taktik bilgisi var mıdır, bunlar önemsiz.

Koskoca bir Dünya Kupası’ndan alınabilecek ders, ‘nasip’se, Türkiye daha çok uzun zaman, altyapı eğitimini yurtdışından almış oyunculara bel bağlayıp, her turnuva sonrası ağlayıp, sızlamaya; başarı diye günlük galibiyetlerle yetinmeye devam eder.


Bu kafayla gidilecek askerde, tezkere niyetine neyin alınacağı bellidir. Bakalım kader yüzümüze gülerse belki 2016 ve 2018’e gideriz. Kaderimizde yoksa, ‘nasip değilmiş’ der, geçeriz.

Katilsiniz!

$
0
0


Enerji Bakanı Taner Yıldız: Hiçbir işçi yanarak ölmedi




Enerji Bakanı Taner Yıldız: Soma'da işçilerin cesetleri tanınacak haldeydi




Enerji Bakanı Taner Yıldız: Soma'daki maden ocağı dünya standartlarında



Bu insanları ölüme gönderdiler, hem de bile bile. Bugün kimse hatırlamıyor bile, bir süre geçince, hiçbirimiz hatırlamayacağız. Ölen öldüğüyle kalacak, ateş düştüğü yeri yakmaya devam edecek.

Bu fotoğraflar, ne davanın avukatlarına ne ailelere ne de basına verildi. Sadece savcılığın elinde bulunuyor.
Madenin içinden fotoğraflara bakınca, Taner Yıldız'ın 'örnek' diye övdüğü madende kullanılan teknolojinin ortaçağdan kalma olduğu görülüyor.

Yangından mal kaçırır gibi bu olayın üstü örtüldü. Madenci yakınlarının eline para tutuşturarak, cinayeti kapatmaya çalışacaklar.

Aslında koymak istemiyordum ve çokça çekindim ama herkesin hafızasına kazınmasını istedim. Hangi katillerin baştacı edildiğini, hangi katillerin bugün elini kolunu sallaya sallaya serbest bırakıldığını hatırlamanız için.

Ülkenin başbakanı, Soma'da kendisini protesto eden kişiyi yumrukladı (ya da tokatladı). Bununla yetinmediler, bu insanların yakınlarını sokak ortasında dövdüler, üstelik kendilerine Müslüman diyenler hiç utanıp sıkılmadan, yerlerde tekmelenen kişinin TGB'li olduğu yalanını söyleyip o tekmeyi savundular. Yetmedi

Ülke vicdansızlık çemberi içinde. Kim, daha fazla vicdansız adeta yarışıyorlar. Ortak işledikleri suçlarını bedelini bir cemaat (savunduğum anlaşılmasın ama sakın, sikerim cemaati) üstüne yıkarak, günahlarından arınmışlar gibi davranıyorlar.

Bu iktidarın elinde, ne kadar yıkarlarsa yıkasınlar, kan damlıyor ve bu izler asla silinmeyecek.

Bu katillere destek veren, herkes cinayetlere ortaktır. Hepimiz göreceğiz, tıpkı 5 sene önce cemaate göğüs gerenlerin, bugün cemaat'i ağzına geleni söylediği gibi, gün gelecek ve sonsuz destek veren yavşaklar, yarın Akp'ye, senden-benden daha fazla laf söyleyecek. Onlar da günahlarından öyle sıyrılmaya çalışacak.

Bu ülkeden nefret ediyorum ve tiksiniyorum ama hiçbir yere gitmeyeceğim, ömrümün yettiği süre içinde bu yavşaklarla mücadele etmek için elimden geleni yapacağım.

Yazacak çok şey var fakat, yazdıkça daha da sinirleniyorum. Bu katillerden günü geldiğinde hesap sorulacak elbet, o güne kadar gücünüzü sakın ha sakın yitirmeyin.

Sakın Filistin için ağlamayın, bırakın biz ağlarız

$
0
0
 
Şimdi sırayla Mısır'da yürütülen İsrail ve Hamas arasındaki kalıcı ateşkes görüşmelerine bir bakalım.

17 Temmuz Perşembe günü, Mısır'da kalıcı ateşkesin sağlanması için İsrail ve Filistin, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi'nin arabulucuğunda bir görüşme gerçekleştirdi.

Görüşmeye Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail delegasyonunda İsrail Güvenlik Servisi Şin Bet'in direktörü Yoram Cohen ve bu senenin başlarında Filistin hükümeti ile sürdürülen ancak başarısızlığa uğrayan müzakerelerdede rol alan başbakan danışmanlarından Yitzhak Molcho bulunuyordu.

Reuters'ın öğlen saatlerinde geçtiği haberde, İsrailli bir yetkili, İsrail ve Hamas arasında Mısır'da yapılan görüşmelerde kapsamlı ateşkes sağlandığını söyledi.

Ancak Hamas Sözcüsü Sami Ebu Zuhri ise, böyle bir anlaşmanın söz konusu olmadığını söyledi ve ateşkes iddiasını yalanladı.

Mısır'ın Dışişleri Bakanı Sameh Şükrü, ateşkesin sağlanamaması üzerine yaptığı açıklamada Kahire'nin çabalarının Türkiye ve Katar tarafından baltalandığını devlet ajansı MENA'ya açıkladı.

Bu arada İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman da İsrail'i ziyaret eden Norveç Dışişleri Bakanı Borg Brende ile görüşmesi sırasında "Türkiye ve Katar'ın, Mısır'ın ateşkes önerisini kabul etmemesi yönünde Hamas'a baskı yaptıkları"iddiasında bulundu.

İşin ilginci Sameh Şükrü bu açıklamayı yapmadan iki gün önce, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Köşkü'nde Katar Emiri Şeyh Al Thani'ni ile bir görüşme yaptı.

Görüşmeye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı İbrahim Kalın da katıldı.

Üstelik Al Thani'nin gece yarısı geldiği Türkiye'de Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan alınarak, Başbakan Erdoğan'ın Dolmabahçe'deki çalışma ofisine helikopterle getirilerek, içeriği açıklanmayan ve programda olmayan bir saatlik bir görüşme gerçekleştirdi.

Mısır ve Türkiye arasında var olan iki yönetim arasında ciddi sorun olduğu su götürmez bir gerçek ancak Mısır Dışişleri Bakanı'nın açıklamaları, Katar Emiri Al Thani'nin Ankara ve İstanbul'daki temasları bir araya gelince, anlamlı duruyor.

Bu kadar tesadüfün birarada olması ancak aptalların inanabileceği türden. Çünkü akan kan, üstünden her gün miting meydanlarında naralar atılıyor, 'Eyyy İsrail' ile başlayan cümlelerle başlayıp, 'insanlık' ve 'vicdan'çağrıları yapılıyor. Peki bu kadar sert kükreyen başbakanın kabinesinin Dışişleri Bakanı, İsrail'in Gazze'ye kara harekâtı düzenlediği anda yaptığı resmi açıklama ne oluyor? "İsrail'in Gazze'ye düzenlediği kara operasyondan kaygılıyız."

Akp iktidarı her seçim öncesi, dökülen kandan, karışıklıklardan nemalanıyor. Bu kez, dökülen kanın adresi Filistin. Üstelik kalıcı ateşkese (İsrail'in daha önce 235 kez ateşkesi ihlal ettiğini ve bozduğunu da bir kenara yazalım, hafızalarda kalsın) yaklaşılmışken, Türkiye bu ateşkesi baltalayan taraflardan biri oluyor.

Kendi ülkesinde akan kan üstünden siyaset yapan Akp iktidarı ve onun başı Recep Tayyip Erdoğan'ın eline, tam da Ramazan'da inanılmaz bir fırsat geçti. Her zaman olduğu gibi bu fırsatı değerlendirmekten geri kalmıyor. Miting konuşmalarını her gün dinliyorum, yapılan temel vurgu, alabildiğine muktedir görüntüsü çizip "Monşer" diye aklınca dalga geçtiği Ekmeleddin İhsanoğlu'nu zayıf göstermek (Oyumu Ekmel'e vermeyeceğimi de açık açık belirteyim).

Bugün, tam da şu anda (saat 02.49) öldürülen Filistinlilerin kanı, Akp iktidarına bulaşmıştır. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için her türlü yolu deneyip, alabildiğine Müslümanlık ve milliyetçilik vurgusu yaparak, rakiplerini altetmeye çalışıyor. Bugüne kadar bunda başarılı olduğunu gördük zira miting cv'si; Alevileri yuhalatmaktan, polis tarafından öldürülen Berkin Elvan'ın annesini yuhalatmaya kadar geniş bir yelpazeye sahip.

Bu yüzden, Filistin'de kan akması ve savaşın devam etmesi seçimlerin sonuna kadar kendisi için eşsiz bir fırsat. Öyle ki, kalıcı ateşkesi engellemek için devreye girmekten bile çekinmiyor. Tabii Filistin'de kan akmalı ki, kendisi seçim meydanlarında bağıra çağıra İsrail'i suçlayıp, 'Müslüman kardeşlerimiz öldürülüyor' diye ajitasyonun dibine vurmalı.

Bu yazdıklarımı isteyen komplo teorisi olarak değerlendirebilir, gerçekten de umrumda değil ama görüşme trafiğine bakınca, Türkiye'nin kalıcı ateşkesin olmaması için elinden geleni yaptığı görülüyor.

Bu ülkenin başına gelmiş en büyük felaket Akp'dir. İktidarda kalabilmek için her türlü çirkinliği sergileyen, kendi ülke insanın öldüren, onunla yetinmeyip, savaşı körükleyen ve barışın önünde engel olan bir siyasi iktidarın ve onun liderinin başkanlık sistemine geçilirse, olası sonuçlarını düşünmek bile istemiyorum.

Bugün Gazze diye ağlayıp duran ama öte taraftan da Akp'yi destekleyenler sakın ama sakın Filistin konusunda vicdani duruş sergilemeye kalkmasın. Bunların ne denli vicdanlı olduğunu gencecik çocuklar öldürülürken; 'gebersin piç', 'oh iyi oldu', 'şunların hepsi ölse' diye sevinç çığlıkları atarken gördük.

Filistin benim davam, Suriye'de öldürünlerin benim davam olduğu gibi. Irak'ta IŞİD'in kafasını kestiği insanlara da sahip çıkıyorum, Nijerya'da Boko Haram'ın yaptığı bombalı saldırıda ölenlere de ya da Kenya'da El Şebap'ın öldürdüğü insanlara. Hepsi benim davam.

Ölenlerin dini veya siyasi görüşlerine bakıp vicdan yapmadım, her bireye sadece ve sadece insan gözüyle bakıyorum. Kafa kesenlere gizliden destek verip, Yahudiler için 'Hitler az bile yapmış' demiyorum.

Vicdanlarınız ve insanlığınız nüfus cüzdanlarındaki din hanesinde takılıp kalmış. Sadece minicik bir satıra sığabilecek kadar insansınız, daha fazlası değilsiniz.

O yüzden sakın Filistin için ağlamayın, bırakın biz ağlarız.

Eğer ağlamayı düşünüyorsanız, Roboski'den başlayın, Berkin'den, Ali İsmail'den, Soma'daki madencilerden, son 6 ayda ölen 978 emekçiden başlayın. Yeter ki, başlayın...

Haa bu arada, 2013 yılının Nisan ayından beri Gazze'ye gidecekti, bizim yiğit oğlan. O iş n'oldu ya!

Not: Yazı küfürsüz oldu, daimi takipçilerden özür dilerim...

Doğmamış kızıma mektuplar

$
0
0


Defne; sen ne zaman olacaksın bilmiyorum. Hayatımda senden daha fazla istediğim bir şey yok. Seni hep 3-4 yaşlarında hayal ediyorum, sanki öncen yokmuş gibi. Oysa kucağımda uyutacağım, gecenin bir yarısı ağlayarak uyandığında, aklımı kaybetmiş gibi yanına koşacağım, bir yerin acıdığında benim her yanım acıyacak. Biri sana, sesini bile yükseltse gidip boğazına yapışmak gelecek.

Ama öyle işte, senin varlığın sanki 4 yaşında başlıyormuş gibi hayal ediyorum her gün. Minicik ellerinden tutup, hiç istemediğim, hatta en nefret ettiğim şeyleri yaptıracaksın bana. Bir de bakacağım ki, o nefret ettiğim şeyler, hayatımın anlamı olacak.

İşten yorgun argın geleceğim, kapıda yüzüme gülümseyerek sarılacaksın, her şeyi unutturacaksın. Uyuduğunda saçlarını okşayacağım, kokunu içime çekeceğim.

Yıllar geçecek, eğer bu boktan baban ölmediyse, tartışacak seninle, kızacak, öfkelenecek. Sonra sana kızdığı için kendisine lanetler yağdıracak.

Seninle eyleme gitmek istiyorum, bir rock barda kafaları çekip dağıtmak istiyorum, sokaklarda el ele tutuşup bağıra bağıra şarkı söylemek istiyorum.

Bir gün gelecek, ayrılmaya hazırlanacaksın Defnem, hissedeceğim ama bir şey söylemeyeceğim çünkü sen çok mutlu olacaksın. Hepsini içine atacağım, yeter ki sen mutlu ol diye.

Beni sevmiyorsun diye sürekli endişe duyacağım. Kendi kendime kafamda sürekli, bu dönüp dolaşacak.

Afacan sen doğduğunda yanında yatacak, Osman burnunu yalayacak, Cücük gelip koklayıp kaçacak. Sen de kedileri seveceksin, sokakta her gördügün kediyi sevmek isteyeceksin. Kedileri sen de sev olur mu? Sadece kedileri değil, bütün hayvanları sev.

Sen büyüyeceksin, kocaman olacaksın, ben hep seni küçücük kızım gibi göreceğim, büyüdüğüne inanmayacağım.

Defnem, seni sanki hep varmışcasına özlüyorum be kızım.

Bana sarılmana, elimden tutmana, gözlerime bakmana, 'babacım' demene, minicik parmaklarınla bana dokunmana ihtiyacım var.

Ben sana yazacağım, hep yazacağım. Birlikte okuyacağız bunları. Okuduktan sonra kafanı yana eğip bakacaksın bana, 'canım babam' deyip, sarılacaksın bana. Sarılmazsan küserim ama.

Birlikte kitap okuyacağız, benimle tartışmaya başlayacaksın. Aslında seninle öyle tartışmalar yaptığım için sevineceğim ama hiç çaktırmayacağım, sen babanın azıcık kıl bir adam bileceksin.
Ben sana sürekli 'biz gençliğimizde'diye cümleler kuracağım, sen bana 'offf baba yaa, bin yıl geçmiş' diye hayıflanacaksın.

Ben sana Ahmet Kaya, Pink Floyd, Gary Moore, Metallica, Slayer filan dinleteceğim, sen eşek gibi beğeneceksin. Her konuda serbestsin ama bu konuda ben ne dersem o olacak. Öyle boktan boktan şeyler dinlersen, küserim bir daha da konuşmam.

Yoruldum be Defnem, çok yoruldum. N'olur artık gel. Ben seni çok özledim be kızım, sana bakıp, hayata dair ne kadar inancım varsa güçlendirmem lazım.

Sana söz, sen doğmadan romanı bitireceğim, önsözüne senin adını yazacağım.

Seni çok seviyorum. Bir annem, bir annen, bir de sen, üçünüzü de çok seviyorum. Kollarını açıp, koşa koşa gel hadi.
 

Yarın yazacağım

$
0
0


Gece gece yine bilgisayar başında olmak bok gibi bir duygu ama açıklamam lazım. Serkan Kalemciler'le ilgili iki yazıyı da kaldıracağım. Şimdiden 'ooooo tırstın mı?' tadında yorumlar yapmayın ya da yapın lan, hakikaten umrumda değil.

Neden kaldıracağımı, sebepleriyle anlatacağım. Sadece şunu bilin, hakikaten korkudan filan değil, öyle bir korkum olsa, şu bloğun geçmişinde silmem gereken en az 100 yazı olurdu.

Şu vicdan denilen şeyden bazı durumlarda az olması gerektiğini düşünüyorum, böyle yazıp duruyorum siz beni çok acayip sinirli, pis bir herif filan sanıyorsunuz ama kazın ayağı öyle değil işte.

Neyse çok bile kaldım bilgisayar başında, yarın bir ara boşluk bulup, yazacağım.

Kendinize iyi bakın, insanlıktan ayrılmayın...

Umarım eylemlerim devam eder

$
0
0

'Yarın yazacağım' dedim ama yarın bugüne kaldı. Mevzunun içeriğini bilen biliyor zaten, ensonhaber isimli haber sitesinde, 1 Mayıs'ta yapılmış bir haber vardı. Bunun üstüne 'Serkan Kalemciler kimdir?' başlıklı bir yazı yazdım.

Pazartesi günü aramızda olan telefon görüşmesini yazdım, sonra araya kıramayacağım bir gazeteci abim girdi ve bana 'sana kaldır demiyorum ama bir düşün' dedi. Serkan Kalemciler, kendisi ile konuşmuş (o konuşmanın da içeriğini yazmayacağım).

Ben de kafamda bir şey tasarladım ve yazıyı yok yere kaldırmak istemediğimi, o yapılan haberin terbiyesizliğine karşın özür dilenmesi gerektiğini söyledim. Kendisi 'röportaj da yapabiliriz, öyle de özür dileyebiliriz' dedi ancak fotoğrafta görülen DİSK'li ablamız, onlarla asla biraraya gelmek ve istemediğini böyle bir şeyin içinde olmayacağını söyledi.

Son olarak ben, 'Madem öyle, sitenizden bir özür yazısı yayınlayın' dedim, Serkan Kalemciler de, bugün itibariyle bunu gerçekleştirdi.

Benim açımdan konu kapandı. Haaaa, onlar yine benim pespaye, iğrenç, basit ve gazetecilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan haberler yapmaya devam edecekler ama artık kim, kimin ne olduğunu biliyor, bundan sonra başka mecralarda, başka şekillerde eleştiririm.

Sadece şunu söyleyeceğim; kendi aile değerleri için üzülenlerin, başkalarının değerleri için de aynı hassasiyeti göstermeli. Bir önceki yazıda vicdandan söz etmem o yüzdendi. Salt özür meselesi değil, ailesinin de bu duruma üzüldüğünü öğrendiğim için kaldırdım. Yoksa hakikaten ne korkuyorum, ne çekiniyorum, ne de umursuyorum.

Hikayenin özü budur. Şunu söylemem lazım, yaptığım şeyden gayet memnunum. Siz hep beni küfür ediyor sanıyorsunuz ama böyle şeyler de yapıyorum lan. Ayrıca geçen biri 'Abi senin küfürsüz yazıların da hiç çekilmiyormuş' dedi, üzüldüm oğlum; küfürden mi ibaretim!

Yakın bir tarihte, piyasada prim yapan bir solcu gazetecinin ipliğini pazara çıkartacağım, bekleyin.

Herkes kendine iyi baksın, kimse insanlıktan ayrılmasın...
Viewing all 99 articles
Browse latest View live